Bugünlerdeki işim, ev aramak. Memleketin birinci sınıf emlakçısı oldum. Aylardan beri günde on saat çalışarak ev arıyorum. Doğru düzgün geliri olmayanlar için ev bulmakta, evi buldun diyelim sonrasında onu taşımakta başlı başına zulüm olmakta. Hele ki asgari ücretle çalışan biriysen…
Yeterince başım dik olmamı gerektirecek neden yok mu dersiniz?
Mesela millet ve onların vekilleri arasındaki büyük uçurum, gurur duymamı gerektirmez mi?
Vatandaş olarak ben yedi yüz yetmiş üç Lirayla geçinmeye çalışırken cumhurun başkanı benden tam kırk kat daha fazla maaş almakta. Aslına bakarsak benim gibi bir budalayla cumhurbaşkanını kıyaslamak kimin aklına gelir ki? Büyüklerimiz her şeyi bizlerden iyi bildiklerinize göre bununda hesabını kitabını yapmışlardır!
Dünya üzerindeki gelişmişi, yarı gelişmişi ve muz cumhuriyeti olarak kalan ülkelere bakıldığında millet olarak bizlerin vekillerinin aldıkları maaşların mantıksal bir orana tekabül ettiği görmemiz mümkün.
O oran milletvekili maaşlarının milli gelire oranıdır. Bir takım örneklerle konuyu daha açık hale getirirsek eğer; Kişi başına düşen milli geliri doksan sekiz bin dolar olan Norveç’in milletvekili maaşları yedi bin beş yüz dolardır. Yani maaşın milli gelire oranı yüzde buçuk civarındadır. Benzer şekilde milli gelirleri altmış beş bin, altmış dört bin, otuz yedi bin, dört bin dolar olan İsveç, Danimarka, İspanya ve Ermenistan’da bu oranlar sırasıyla yüzde altı nokta dört, yedi nokta sekiz, dört ve beştir. Ayrıca bahsettiğim ve bahsetmediğim diğer ülkelerde, emeklilik ve yan ödemelerde mevcut değildir…
Canım ülkeme gelirsek eğer, milli gelirimizin epi topu on bin dolar olduğu görülmektedir. Emekli maaşının ise beş bin altı yüz dolar olduğu ve maaşın milli gelire oranının yüzde elli altı gibi uçuk bir rakama denk geldiği görülmektedir. Bunlara ek olarak, iki yılda emeklilik hakkı, çift emekli geliri ve emekli olunduğunda ömür boyu almaya hak kazanılan alt bin TL’lik maaş bulunmaktadır.
Tabii olarak fazlasında gözümüz yok; lakin daha insancıl koşullar altında yaşamakta bizlerinde hakkı kanımca. Daha özgür, daha demokrat ve tok bireyler yetişse fena mı olur?
Kazandığım yedi yüz yetmiş üç lirayı nasıl ve nerede harcayacağımı düşünmek, benim ve benzerlerim açısından çokta stratejik bir karar olmasa gerek. En büyük sıkıntılarımızdan biri de ev sorunu. İnsanca yaşam koşullarımızın gün geçtikçe kötüleşmesine ek olarak; büyük şehirlerde yaşamakta üzerimize taşıması pek de mümkün olmayanlar yükler ilave etmekte. Tarlabaşı’nda Balcı Sokağında 42 numaralı evin tek bir odasında pansiyoneriz şimdilik. Evden atılmamızın ertesinde buraya geldik. Çokça ötelenen Tarlabaşı var ya size oradan sesleniyorum. Bir üst kattaki odalardan birinde Adanalı bir esnaf oturuyor. Yan oda da Rus bir fahişe. Akşam olunca işten gelir, ev arar ve birbirimizden ölesiye uzak dururduk. Önceleri pek anlayamasam da sonraları Rus kadıncağızın akşam olunca işine gittiğini, gece yarısından sonra işten geldiğini öğrenmiş bulundum. Mahalle baskısı denilen şeyin çokça yaşanmadığı bir yer burası. Hayattan o kadar bezmiş insanlar ki bahsettiklerim, bu yüzden evin dışında kalanları görmeye mecalleri çoğu zaman olmaz.
Evimizin kabaca demografik yapısından bahsetmek istedim. Bu sayede birilerinin mutlu, huzurlu bireyler yetiştirdiğini görmelerini istedim.
O sabah erken kalktım. Tıraş oldum, giyindim. Pantolonum kısaydı. Ceketin kolları; karımın yaptığı yamalardan farklı bir renge ve desenlere bürünmüştü. Yırtık ayakkabılarım uzun yürüyüşlerde aman vermiyordu artık. Su toplamış parmaklar isyan ediyorlardı için için. Ayva yüzlü Rus kadının kapısının önünde geçerek alt kata indim. Birkaç gün öncenin gazetesi gözüme çarptı. Resmi yalanlar, çok bilindik mutluluk portreleri ve hüznüm.
Ev aramak için alınan izinler; başıma iç açmaya başlayabilirdi. Her sabah ayrı bir umutla güne başlıyordum. Hayal kırıklıklarıyla geçen günler. Bilirsin sonunda başına neler geleceğini; ama yine de düşlersin, umut edersin, ruhun bedenine sığmaz uçar gider bir yerlere. Düş kurmakta parayla değildir elbette. Ancak her uyanış, ayrı bir yara açar içinde. Tamda bu uğraşlar neticesinde ev bulmak yerine eldeki işimden de olmuştum. İş arama işleri üzerine mesai harcamam gerekiyordu artık. O sabah yine erken uyandım, tıraş oldum, giyindim. Yine çokça bilindik sefalet halleri… Bu sefer cebimdeki az miktardaki paramla sağdan soldan birkaç parça kullanılmış elbise ve bir çift ayakkabı aldım. Önce tanıdıklarıma, sonra daha az tanıdıklarıma uğradım. Hiç birinden umut yoktu. Öğlene doğru içim ezildi. Yeni kunduralarda ayağıma vuruyordu. Hani derler ya ucuz etin yahnisi diye benimki de o hesaptı aslında. Gazeleterdeki işçi, memur ve eleman aranıyor ilanlarını teker-teker işaretleyip didikledikten sonra başvurma işine devam ettim. Çaldığım kapılar yüzüme kapandı birer-birer.
Yoğun uğraşlar sonrasında, önce iş daha sonra da başımızı sokacak bir ev bulmuştuk. Bir mağazada satış elemanı olarak işe girmiştim. Pek bir fark yoktu yine asgari ücretle çalışıyordum. Tuttuğum eve gelirsek o da iki göz odadan ibaretti. Evi tutmak için, ev sahibiyle uzun bir süre müzakere etmiştim. Evi tutmak için bankadan teminat mektubu almak dışında her şeyi yapmıştım. Adeta kiracı olduğumu ispat etmem gerekti. İçimden “Biz adam olmayız!” diye geçirdim. Ev tutmanız için ev sahibinin çizdiği makbul kiracı vasıflarına sahip olmalıydınız. Bahse konu olan kriterlere sahip değilseniz, en başından eleniyordunuz. Eski püskü iki göz bir daire, içerisinde duş teknesi olmayan, mutfak dolapları olmayan, olmayanlardan olanlara sıra gelene kadar baya zaman geçen bir daire. Kömür yanıyordu sobamızda; zevkine çıkarmak için değil elbette…
Soğuk kış günlerinde yüreğimize işliyordu soğuklar. İçimizde umut muydu bizi sıcak tutan; yoksa bedenimiz soğuğa alışmıştı da ondan mı tepki vermiyordu?
Kiracı olmak zor! Kiracı olmak yürek burkar!
İlk anından son anı kadar ezilmenin portresidir aslında tüm yaşanılanlar. Böbürlenen, çok yukarılardan bir yerden bakan bir ev sahibi ve karşısında kontrat süresince ona mahkûm olan bir grup rehine. Evi tutmamızdan kısa bir süre üst daireden damlamalar ve tesisat kaçakları başladı. Yaşadığımız sürece yaşadıklarımızlar baş başa kaldık. Ev sahibi her türlü sorunda, aksaklıkta bizi suçlu bulmayı başardı.
- Ethem Bey üst kattan üzerimize kova-kova su damlıyor!
- Tesisat daha geçen sene değiştirildi!
- Elektrik tesisatında topraklama yok, sürekli elektronik eşyalar kısa devre yapıyor!
- Siz çok yükleniyorsunuz Efendi! Adam gibi kullansanız neden kısa devre yapsın?
- Otomatik parası çoğu zaman gelmezken neden sürekli otomatik ücreti adı altında para toplanıyor?
- Çok biliyorsanız gelin kendiniz apartmanı yönetin!
Şikâyetler, şikâyetler, şikâyetler…
Karşılığında hep suçlama, hep suçlama…
Sıkıntılar bir müddet sürdü. Evden atıldık, başka evlerden de atıldık. Hayatımız bir sürgün şeklinde geçti. Yarım kaldı çocuklarımız, yarım kalan bir şarkı misali. Yürek kanattı acılar. Yarına dair umutlar kırıldı, döküldü.
İstanbul’da yaşamayı başaramadık. Ailemle birlikte kısa bir süre sonra Denizli’ye geri dönüş yaptık. Baklan ilçesine geri dönüş. Tarıma dayalı bir yaşama geri dönüş.
Arabalar bozuk, evdeki üç-beş parça eşyamız bozuk; fakat yürekler sağlam idi. Sevgiyle uyanılırdı güne. Başarısız olmuştuk; ama mutluyduk. İyiki de kaybetmiştik. İstanbul’a yenilmek hepimize iyi gelmişti.
Yazmasam bunları, hiç kimse eksikliğini hissetmezdi hikâyemizin. Arkamızdan iki damlar yaş dökmezdi. Yazdım da arkamızdan ağlayanımız mı oldu sanki?
Hayır, ama en azından tarihe iki satır not düştük. Yola düşenlere iki satır nasihat etmiş olduk. Davulun sesinin uzaktan geldiği kadar hoş olmadığını anlatmış olduk…