Telaşlı bir şekilde taksiye atladığında, soğuk hava kendini iyiden iyiye hissettiriyor ve ardı arkası kesilmeyen sulu sepken bir kar düşüyordu aracın camına. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktığında, havanın iyiden iyiye karardığını fark etti. Derin düşünceler içinde sessizliğe gömülmüşken, aracın camına vuran damlalar onu kendine getirdi.
Aynı soruyu dördüncü sefer sormak zorunda kalan çember sakallı taksici, “Ne tarafa?” diye sordu, bozuk bir sesle.
“Haydarpaşa!” diye cevapladı kıvırcık sarı saçlı, mavi gözlü ve etine hafif dolgun olan Latif Bey.
Parmağındaki dua sayarın üzerine bir kez basarak sevap hanesine yeni birini katan taksici, “Hangi yoldan gideyim?” dedi kuru bir sesle.
O an kafasından binlerce şey geçen Latif Bey omuz silkti, sessiz kaldı. Hâlbuki acelesi vardı, bir an önce Haydarpaşa Tren İstasyonu’na varması gerekiyordu. O yüzden hangi yoldan gidileceği hâliyle çok önemliydi.
Taksici, “Fesuphanallah, çattık kardeşim,” derken dua sayara bir kez daha bastı.
Sonunda başını kaldıran Latif Bey, dikiz aynasından ters ters bakan taksiciyle göz göze geldi. “Hangi yoldan gidersen git, yeter ki beni trene yetiştir!” dedi yarı telaşlı bir sesle.
Taksici, “Tren kaçta kalkacak?” dedi tekdüze bir sesle.
Latif Bey, “45 dakika kaldı,” diye atıldı. “Yetişebilecek miyiz?”
Kar ve yağmur, sulu sepken kaynaşmışken, gökyüzündeki karaltı da giderek yoğunlaşıyordu. Yolcu ruhunun daraldığını hissetti, kafasını kaldırıp gökyüzüne endişeyle baktı.
Yolun uzun olması ve önlerinde 45 dakika gibi kısa bir sürenin kalması, taksicinin hoşuna gitmiş gibiydi. Aradığı atraksiyonu bulmuş olacak ki, elindeki dua sayarı bir kenara bırakarak yola odaklandı.
“Anasını bile ağlatırım onun ben!” dedi heyecanla.
Latif Bey soğuk bir sesle, “İyi de mesafe çok uzak!” diye homurdandı.
Taksici düşünceli bir edayla sakalını sıvazladı: “Seninki de iş değil be abi! Zeytinburnu’ndan Haydarpaşa’ya zamanında varabilmek için, en az bir buçuk saat öncesinden yola çıkmak lazım,” diye söylendi.
Latif Bey, iri gözlerinde ciddi ve kaygılı bir bakışla çevresini seyrederken,” Evet, haklısın,” diye mırıldandı. “Karımın dırdırı bir türlü bitmek bilmedi ki; evden çıkacağım sırada bile, kapının önünde yaklaşık yirmi dakika lafa tuttu beni!”
İlk heyecan dalgasını atlatan taksici, aracı daha bir rölantide sürmeye başlamıştı ki, “Yahu kardeşim, sana acelemiz var diyoruz, sen tutup hızını azaltıyorsun,” diye söylenmeye başlayan Latif Bey’in gazabına uğradı.
Ceza yiyebileceğini hatırlayan taksici, “Hız sınırı diye bir şey var ya abi…” diye karşılık verdi.
Latif Bey, “Ben anlamam kardeşim! Benim o trene binmem şart! Eğer yetiştiremeyeceksen inip başka taksiye bineyim!” diyerek yükseltti sesini.
Taksici, kendini küçük düşürülmüş hissetti. Kalın, kendinden emin ve güçlü bir sesle, “Korkma, evelallah seni oraya zamanında yetiştireceğim,” dedi ve gaz pedalına sonuna kadar basarak devam etti.
Kötü hava koşullarına bir de sürücülerin sabırsızlıkları eklenince, İstanbul trafiği ekstra yoğun günlerinden birini yaşıyordu. Şans bu ya, bir de geçtikleri güzergâhta devrilen minibüs, sıkışık trafiğin tuzu biberi olmuştu.
Latif Bey heyecandan boncuk boncuk terliyor, “Şimdi ne yapacağım, toplantım çok önemli, orada olmalıyım,” diye söyleniyordu kendi kendine.
Taksici, yolcunun dikiz aynasına yansıyan çaresiz gözleriyle karşılaşınca, “Yat, uzan oraya abi!” dedi.
Latif Bey sinirli gözlerle bakarak, “Manyak mısın kardeşim! Ne diye yatayım?” dedi öfkeli bir sesle.
Taksici, “Uzan sen abi, dinle beni… gömleğinin önünü de aç! Sen fenalaştın da haberin yok!” dedi gülerek.
Latif Bey, “Adam, hayatı boyunca hep böyle bir aksiyon bekleyip durmuş,” diye geçirdi içinden. Sonrasında, “İyi madem, dediğin gibi olsun,” dedi ve gömleğinin düğmelerini açtı, yatakta yatar gibi arka koltuğa gerindi ve manasız bir şekilde kravatını kafasına bağladı.
Taksici aynadan adama bakınca, “Yahu arkadaşım, sana fenalaşmış adam taklidi yap dedik, sen Müslüm Gürses konserine gitmiş adam gibisin. Oldu olacak, eline bir de jilet verelim de tam olsun,” diyerek bastı kahkahayı.
Latif Bey, “Sen burada harcanıyorsun be taksici, iyisi mi sen stand up falan yap,” diye mırıldandı.
Latif Bey “fenalaşınca” direksiyonu emniyet şeridine kıran taksici, aracın limitlerini zorlayarak, hızla ilerlemeye başladı. Araç an itibarıyla Zincirlikuyu’daki metrobüs durağının önünden geçiyordu ve önlerinde göz alabildiğine uzanan bir trafik vardı.
Taksici coşmuştu bir kere… Flâşörleri açmış, ileride beliren devriye polis arabasına bile aldırış etmeden, hızına hız katarak ilerlemeye devam ediyordu.
Latif Bey, taksiciye ve yola korku dolu gözlerle bakarken, kedi miyavlamasına yakın bir sesle, “Biraz yavaş mı gitsek?” diye sordu.
Taksici çok ciddi bir tavırla, sanki Formula 1 yarışlarına katılmış gibi pür dikkat yola odaklanmıştı. “Sen hiç merak etme! Ben 30 senelik şoförüm, daha en ufak bir kazam bile olmadı…” diyordu ki, yanlarından geçen polis aracının aynasına vurup onu un ufak etti.
Latif Bey korkudan yerinden zıpladı. “Eyvah! Yandık!” dedi. Yüzü kireç gibi olmuştu.
Arkalarından polis sirenleri ötmeye başlamıştı. Sirenlerin gürültüsü ve de sayısı her geçen dakika biraz daha artıyorken;
Latif Bey içinden, “Vallahi benim bir suçum yok, memur bey! Ben ona o kadar, ‘Yavaş git, trafik kurallarına uy; ne acelemiz var!’ dedim ama o beni dinlemedi,” diyerek polisler tarafından yakalandıkları zaman söyleyeceklerini prova etmeye başladı.
Taksici yersiz bir neşeyle, “Konvoyla gidiyoruz trene… lükse bakar mısın!” dedi.
Latif Bey, korkulu gözlerle çılgın şoföre bakarak, “Kardeşim ben vazgeçtim. Acele etme lütfen! Hem geç kalsak ne olacak; ölüm yok ya ucunda…” dedi titrek bir sesle.
Taksici yumruklarını sıktı. “Yolcuyu geç bırakmak… meslek ahlakına sığmaz! Daha 12 dakikamız var. Sen merak etme, keyfine bak abi!” dedi dişlerini sıkarak.
Latif Bey, koltuğa sokularak, “Peki,” dedikten sonra, “rica etsem dua sayarınızı bana verir misiniz?” dedi silik bir sesle.
Taksici dua sayarı arkasına dönmeden yolcusuna uzattı.
Talihsiz yolcunun tüm vücudu kasılmıştı; ağzında acı bir tat hissetti. Korkuyordu. Gerekli durumlarda cesur olmayı bilirdi, ancak bu sefer durum biraz farklıydı.
Bu arada, taksici öfkelenmiş görünüyordu. Kalın kaşlarını çatarak çevresinde beliren polis araçlarına dik dik bakarak, keskin bir sesle, “Beni yakalayabileceklerini sanıyorlar!” diyerek başını salladı.
Dur durak bilmeden ilerliyordu araç: Kasislerde yavaşlamak yerine, daha bir hızlanarak menzile yaklaşıyorlardı. Tam otoyoldan çıkarak tünele girecekleri sırada önlerinde bir tır belirdi, taksici frene asıldı, tırla aralarında birkaç santim mesafe kalmıştı ki (ya da onlar öyle olduğunu zannediyorlardı.)…
“Trafik şube lütfen!” diye bir anons geçti.
Başka bir anonsta ise, “Trene yetişmek için peronun arka kısımlarını kullanmayanların sayımı birazdan yapılacaktır. Beklediğiniz için teşekkürler,” diyordu boğuk sesli bir kadın.
Latif Bey ensesinden doğru soğuk, tatsız bir ürperti hissetti. Bir süre donuk halde durduktan sonra gözlerini açtı ve taksicinin tuhaf haliyle karşılaştı: Kayıp araçtan geriye kalmış olan direksiyonu tutan taksicinin, boynuna da telsiz kablosu dolanmıştı. Adamın yüz ifadesi hâlen gergindi.
Taksiciye şaşkın gözlerle bakan Latif Bey, “Nedir senin bu halin?” diye sordu kıkırdayarak.
Taksici gülerek, “Sen kendi haline bak önce!” diyerek karşılık verdi.
Latif Bey, “Ne varmış benim halimde?” diye sordu tereddütlü bir şekilde.
Taksici yanıt vermedi, bıyık altından güldü.
Taksinin sağ ön koltuğunun bir kısmı, Latif Bey’in göğüs kısmına eklemlenmişti. Ayrıca gömleği fırlamış, atlet katına kalmıştı.
Tam o esnada, boğuk sesli kadının sesi bekleme salonunun duvarlarında bir kez daha yankılanmaya başladı: “Latif Şamata ve Ali Çembersakal, Trafik Şube’ye bekleniyorsunuz!”
Latif Bey, taksicinin sakalına bakarak, “Çembersakal diye soyadı mı olur!” diye geçirdi içinden.
Taksici, bekleme salonunun önündeki pencerenin önünde oturmuştu. “Trafik Şube de neresi?” diye sordu, yolcusunu dürterek.
“Ben nereden bileyim!” diye tersledi Latif Bey.
Derken boğuk sesli kadının, ”Ali Çembersakal ve Latif Şamata, sizler için son uyarımızdır. Lütfen, ivedilikle Trafik Şube Birimi’ne gelin!” dedi hafif öfkeli bir sesle.
Latif Bey ve taksici sora sora Trafik Şube’ye doğru yürümeye başlamışlardı ki, iki iri yarı adam yanlarında bitiverdi ve onları sürüyerek karanlık bir odaya götürdüler.
İçeri girer girmez, “Neden burada olduğunuzu biliyor musunuz?” diye sordu otoriter bir ses.
Latif Bey omuz silkti.
“Neden burada olduğumuzu bilmem ama benim çok acelem var, trenim kaçacak!” dedi ve kapıya doğru hareketlendi.
Otoriter ses gülerek, “Trene mi yetişeceksin?” diye sordu.
Taksici, kapıya doğru hareketlenen yolcusuna, “Sussan iyi edersin!” diye fısıldadı.
“O tren hiçbir zaman kalkmayacak!” dedi otoriter ses.
Latif Bey alay eder gibi güldü: “Dalga mı geçiyorsun benimle! O işi almak için göbeğim çatladı,” diye atıldı.
Latif Bey’in sözleri üzerine odanın kapısı hızla açıldı ve gürültüyle kapandı.
Taksici tir tir titriyordu. Kendini korkunç derecede mutsuz ve kıstırılmış hissediyordu.
Otoriter ses, “Siz, yani ikiniz… Dünya saatine göre, saatler 15.58’i gösterirken öldünüz,” dedi korkutucu bir sesle.
Latif Bey’in gözünde birden kaza anı canlandı, ölüm anını gördü. Korkudan ne yapacağını bilemez halde, “Vallahi o beni zorladı!” diye atıldı.
Taksici ise korkudan tersten konuşmaya başladı: “Mineb rib muçus koy! İseleca unuğudlo idelyös.[1]”
Latif Bey, yüzünü ekşiterek, “Ne diyorsun be sen?” diye sordu şaşkınlıkla.
Taksici, “Neb ed muroyimlib[2],” dedi telaşlı bir şekilde.
Otoriter ses, “İkiniz de suçlusunuz. Kim daha fazla, kim daha az, o da malumumuz! Mademki cürüm işlediniz. Mademki her vakit ecelin gelebileceğini hesaba katmadınız. Mademki kendi zatınızda fâni olduğunu unuttunuz. O vakit şimdi çekin cezanızı!” dedi. Daha sonrasında ise, odaya izbandut kılıklı görevliler daldı ve “fânileri” karga tulumba dışarı çıkardılar.
Kâbusun son düzlüğüne girmiş olan Latif Bey, taksicinin sesi ile sıçrayarak uyandı.
“Abi uyan, abi!” diye bağırıyordu genç adam.
Latif Bey, taksiciye korku dolu gözlerle bakarak, “Ne oldu bana?” dedi tedirgin bir ses tonuyla.
Taksici müstehzi bir ses tonuyla, “Arabaya biner binmez uyudun,” dedi. “Acelem var demiştiniz… Ne kadar zamanımız kaldı?”
Latif Bey meraksız gözlerle saatine baktı: Araca binişinin üzerinden 25 dakika geçmiş ve trenin kalkmasına sadece 20 dakika kalmıştı.
“20 dakika kaldı,” dedi telaşsız bir sesle.
Taksici telaşla, “Hızlanmamız gerek!” dedikten sonra tam gaz ilerlemeye başlamıştı ki;
Latif Bey, “Aman kardeşim, ne yapıyorsun?” diye atıldı. “Yavaş git, peşinden koşturan mı var!”
Taksici, “Sen merak etme abi; ben seni mutlaka yetiştiririm o trene!” dedi kendinden emin bir sesle.
Latif Bey,” Acele etme!” diye bağırdı.
Taksici, Latif Bey’in tepkisine bir anlam verememişti. “Hızdan korkuyorsunuz sanırım?” dedi.
Latif Bey, “Evet, korkuyorum; o yüzden yavaş sür!” dedi kaşlarını çatarak.
Taksici, Latif Bey’e dönerek müstehzi bir sesle, “İnsan korkularıyla yüzleşebilmeli!” dedikten sonra aracı son sürat sürmeye başlamıştı ki;
Latif Bey,” Durdur ulan arabayı!” diye kükredi.
Taksici, dikiz aynasından şaşkın gözlerle bakarak, “Ne oldu abi?” diye sordu.
Latif Bey, “Gözünü seveyim dur!” dedi yalvarırcasına. “Ankara’ya gitmekten vazgeçtim.”
Taksici, “İyi de abi… köprünün üzerindeyiz. Seni burada indiremem!” diye yanıt verdi.
Latif Bey parmağıyla az ilerdeki metrobüs durağını göstererek, “Durakta indirebilirsin,” diye atıldı.
Taksici, “Olmaz öyle şey! Orada durmak yasak!” dedi kati bir sesle.
Latif Bey, “Dursana kardeşim, manyak mısın!” dedi gözlerinden ateşler saçarak.
Taksicinin, “Mümkün değil!” demesine kalmadan kapıyı açan Latif Bey, kendini araçtan aşağıya attı. Serbest düşüş sonrası, yerde bir süre acılar içinde kıvranan talihsiz adam, şans eseri, kazayı ciddi bir tahribat almadan, ufak-tefek sıyrık ve yara-bere ile atlattı.
[1] Benim bir suçum yok! Acelesi olduğunu söyledi.
[2] Ben de bilmiyorum.